Oktay KAYNAK
İnsan evriminde dik duruş ve
beyin büyümesi, iki temel olgudur. Araştırmacılar insan evriminde bu iki önemli
değişimin nasıl gerçekleştiğine ilişkin yıllardır çeşitli tezler ortaya
atmışlar ve tartışmışlardır. Bir bilim dalının gelişmesinde, temel sorulara yanıt
arayan teorik tartışmalar, son derece önemli bir etkiye sahiptirler.
Günümüzden 8- 10 milyon yıl
önce doğu Afrika’da oluşan Rift vadisinde uzun süreli kalıcı su varlığı olduğu
bilinmektedir. Kalıcı su varlığı sonucuna varılmasının nedeni şu andaki vadide
bulunan kurumuş göl dibi sedimentleri ve yaşayan tatlı su göllerinin
çokluğudur. (Alekseyev, 1993) (Leakey ve Lewin, 1998), (Trauth et al. 2005).
Neredeyse bütün Rift vadisi boyunca devasa boyutlarda, yerli halk tarafından
Yeşil Deniz olarak da adlandırılan Viktorya ve Turkana gölleri gibi sodalı
göller bulunmaktadır. Bu oluşumun ana nedeni Rift çöküntüsüne sebep olan
tektonik ayrılma zonlarıdır. Tektonik ayrılma zonları nedeniyle birçok
volkanlar oluşmuş, yeraltı suları yeryüzüne çıkmış, lavların ve volkan
küllerinin var olan ekvator ormanlarının üzerine yağması sonucu orman yangınları
olmuştur. Aynı tektonik hareket sebebiyle büyük depremler oluşmuştur. Doğu
Afrika duvarının doğusunda ekvator ormanlarının olmamasının nedeni olarak bu
yangınlar düşünülmelidir. Önemli boyutta volkanik hareket, yeraltı sıcak ve
soğuk sularının baskını, depremler ve orman yangınları ekolojik çevreyi ve
beslenme koşullarını değiştirmiştir. Bu çevrede yaşayan öncülümüz ağaççı primat
grubunun (arboreal) bir şekilde belki de çok küçük ve çok özel bir alanda sağ
kaldığını düşünmek gerek. Çünkü hayvanlar içgüdüsel olarak yangından, su
baskınlarından vb. doğal afetlerden kaçmaya çalışırlar ve yaşamlarını sürdürebilecekleri
uygun bir yaşam alanı ararlar. Yaşam; beslenme, barınma, üreme ve avcılarına
(predator) karşı savunma sorunlarını çözme süreçleridir. Bu dört sorun
çözülerek yaşam sürdürülür. Yeni oluşan şartlarda bu dört soruna çözüm
bulunabilirse yaşam ve nesil sürdürülebilir, çözüm üretilemezse yaşam ve nesil
sürdürülemez ve tür yok olur. Öncülümüz primat grubu belki de bir yerlerde,
tesadüfen yangından kurtulan küçük bir alanda bir süre ağaççı yaşamını
sürdürdü. Bu ağaçlardaki meyve, yaprak, dal, kabuk yani yenilebilecek her şey
bitince de beslenme sorununa çözüm aradı. Karasal alanda volkan küllerinin
yüzeyi kaplamasından ve kavurmasından dolayı yiyecek bir şey kalmayacağı için
bu canlı grubunun beslenme sorununu suda çözmeye çalıştığı düşünülmelidir. Rift
Vadisinde uzun süreli su varlığı düşünüldüğünde bu canlının bu sularda kolayca
beslenme sorununa çözüm bulduğu söylenebilir. (Trauth et al. 2005), (11) Sığ
sularda su ürünlerini iki ayaküstünde, suda yürüyerek ve kafasını su dışında
tutarak (solunum yapabilmek için) beslenmesini sağlamıştır. Belki gecelerini
yarı yanmış ağaç kütüklerinde veya bir yükseltide geçirmiş olabilirler diye
düşünmek gerek. Avcılarından kaçmak için de kavrulmuş ağaç kütüklerine
tırmandığı düşünülmelidir.
Au. Sediba araştırma grubundan
Darryl de Ruiter; Au.
Sediba’nın grup halinde yaşadığını, uzun kollarını kullanarak yemek yemek ve
uyumak için ağaca çıktığını ve iki ayaküstünde yürüdüğünü söylemektedir.(10)
Tam burada, bu canlı köken itibariyle bir ağaç canlısıdır. EĞER AĞAÇ DA YİYECEK
BİR ŞEYLER OLSAYDI BU CANLININ AĞAÇTAN İNMEMESİ GEREKİRDİ NEDEN İNDİ? diye
sorulmalıdır. Günümüzün ağaççı primatları hiç de yere inip iki ayaklı olma
ihtiyacı duymuyorlar.
Bu arada çeşitli su
ürünleri, kabuklular ve de balıkla tanışmış olma olasılığı çok yüksektir.
Beslenme sorununu suda nasıl çözmeye çalıştığına dayanak olarak günümüzde
Endonezya’nın Borneo adasının kuzeyindeki Sumatra eyaletinde, Ketanbe nehri
kıyısında yaşayan uzun kuyruklu makakların elleriyle balık avlamaları
gösterilebilir. Bu olay Nature Conservancy And The Great Ape Trust örgütü
tarafından gözlemlenmiş ve yayınlanmıştır. (Steward et al, 2008)
Kabukluların açılıp içinin
çıkarılması, balığın yakalanması ve taşınması özel bir el maniplasyonu
gerektirmektedir. Au. Sediba’nın elleri belki de bu nedenle kendisinde 100-200
bin yıl sonra gelen Homo Habilis’in ellerinden daha fazla modern insan eline
benzemektedir. (Kivell
T.L. et al. 2011) Çünkü Homo Habilis yaşam koşullarının değişmesi ve olası bir
kuraklıktan dolayı yaşamına karada çözüm aramaya başlamış olmalıdır.
4-5 Milyon yıl gibi bir süre
SEMİARBORİAL-SEMİAQATİC olarak geçirilmiştir. Semiarborial - semiaquatikten
anfibik bir canlı anlaşılmamalıdır. SEMİARBOREAL-SEMİAQUATİC tanımı bir bütün
olarak düşünülmelidir ve bir yaşam biçimi olarak algılanmalıdır. Bu tanım bilim
literatüründe Python
molurus bivittat ve Python reticulates denilen pythonlar için kullanılmaktadır.
Bu bütünlüklü tanım Australopithecuslar için ilk kez tarafımdan kullanılmıştır.
Aquatic denmiştir, arboreal denmiştir, terresterial denmiştir, semiaquatic
denmiştir ama SEMİARBOREAL- SEMİAQUATİC gibi bütünlüklü bir tanım
yapılmamıştır. Gecelerini ağaçta, gündüzlerini ise sığ sularda iki ayaküstüne
kalkarak su ürünlerini toplayabildiklerini toplayarak, avlayabildiklerini de
avlayarak geçirdiği anlaşılmalıdır. İnsanın evrimi sürecinde aquatik bir dönem
geçirdiği özellikle Prof.Wood Jones ve Prof. Sir Alister Hardy tarafından
savunulmuştur. (Hardy, 1960) Prof. Sir Alister Hardy deniz zoologu olması
nedeniyle insanın çıplaklığını ve deri altı yağ dokularını balina ve yunusa
benzetmiştir. Aynı şekilde denizineği ( Sirenia ), denizaslanı (Otariidae ), vb. gibi deniz memelileri de bu
yönleriyle insana benzemektedir. Yani hem kılsızdırlar, hem de derileri
yüzüldüğünde deri altı yağ dokuları deriye yapışık olarak soyulur. İnsan da
aynen böyledir. Derisi yüzüldüğünde deri altı yağ dokuları deriye yapışık
olarak gelir. Kara hayvanlarında ise deri yüzüldüğünde, deri altı yağ dokusu
kas dokularına yapışık olarak kalır ve deri yağsız bir şekilde soyulur.
Prof. Sir Alister Hardy’nin
önermesi nasıl bir aquatik yaşam sürdürüldüğünü tam olarak tanımlayamadığı için
kabul görmemiştir. Penguen ve yunusların yaşam biçimlerine benzetilmesinden
dolayı da yanlış tanımlanmıştır. Zaten yunuslar ya da penguenler gibi yüzerek
ve dalarak beslenme sorununu çözseydi, hiç olmazsa el ve ayak parmakları
arasında perde oluşması gerekirdi. Prof. Sir Alister Hardy yüzerken kafasını su
dışında tuttuğu için kafasının kıllı, vücudunun çıplak olduğunu savunuyor.
Ben ise, öncülümüz primatın
beslenme sorununu YÜZEREK ve DALARAK değil, sığ sularda YÜRÜYEREK çözdüğünü
söylüyorum. Bu sığ sularda yürüyerek avlanma sırasında, kafasını su dışında
tuttuğu için kafası kıllı, vücudu su içinde kaldığı için vücudu kılsızdır diyorum.
Buna kanıt olarak:
1-Rift vadisinin ya göl ya da
göl dibi sedimentleriyle kaplı olması (Morris, 2009), (Lewin, 1998) (Trauth et
al. 2005)
2-Australopithecus
afarensisin romatoid artrit olması. ( Johanson, Edey, 1980)
3-On üç bireyden oluşan Australopithecus
afarensis ailesinin suda boğulmuş
olabileceği savı. ( Johanson, Edey, 1980)
4-Gövdemizin kılsız,
kafamızın (su dışında kaldığı için) kıllı olması (Morris, 2009)
Darwin İnsanın Türeyişi adlı
eserinde Bay Belt adlı araştırmacının kıllarımızı parazitlerimizden kurtulmak
için döktük tezine karşı, tropik ülkelerde yaşayan pek çok dört ayaklıdan
hiçbiri aynı tepkiyi göstermemiştir diye karşı çıkmıştır. Ayrıca tropik
bölgelerde vücut sıcaklığımızı ayarlamak için kıllarımızı döktük diye düşünsek
de demiştir Darwin, kafamız sürekli güneşin ışınlarına açık olmasına rağmen
kıllıdır, bu da bir paradokstur demiştir.(Darwin, 2002) Gövdenin suda kalması,
kafanın da nefes alma zorunluluğundan dolayı su dışında tutulması gövdenin
kılsız, kafanın kıllı olmasını açıklamaktadır.
5- Australopithcine
fosillerinin çoğunluğunun eski kurumuş göl ya da nehir kenarlarında Hipopotamus
ve Diatoms (sığ ve derin tatlı su canlıları) fosilleriyle birlikte bulunmuş
olması. (11)
Ayrıca fosillerle birlikte
aynı yaşlı sedimentlerin içinde ekvatoryal orman kalıntıları fosillerinin
bulunması, öncülümüz primatın ekvatoryal ormanlarda yaşadığını göstermektedir.
Bu orman kalıntısı fosillerinin volkanların yaktığı ya da volkan küllerinin
kavurduğu 10 milyon yıl önce orada bulunan ekvator orman kalıntıları olduğu
bilinmelidir. Fakat bu ormanlar Rift vadisinin oluşumu sırasında oluşan
volkanlar ve volkan külleri nedeniyle ya yanmış ya da kavrulmuştur.
6-Bütün canlılar vücut
sıcaklıklarını belirli aralıklarda tutmak üzere çözüm üretmişlerdir. Bu da
genel olarak kıl ya da deri altı yağ dokusudur. Karadan denize geçmiş yunus ve
balinaların kaybettikleri kıllar yerine deri altı yağ dokuları oluşturarak
vücut sıcaklıklarını dengeledikleri bilinir. (Mayr, 2008) Bizim de deri altı
yağ dokularımız bu suda geçirilmiş 4- 5 milyon yıllık dönemin sonucudur.
7-Tanzanya’da bulunan
Laoteli ayak izleri yan yana yürüyen
iki Australopithecus’ un ayak
izleridir. (Leakey, 1988) Johanson bu ayak izlerinin, volkanın kül
püskürtmesinden sonra oluşan kül tabakasının üzerine yağan yağmurun soğutup
yumuşattığı, kül tabakası üstünde yürüyen iki Australopithecus’un ayak izleri
olduğunu söyler. Ben ise bu izlerin çıkabilmesi için lavın taze ama soğumuş
olması gerektiğini söylüyorum. Bu da ancak suda olur. Bu ayak izleri göle yeni
dökülmüş bir volkanik materyal üzerindedir diye düşünülmelidir. (Kaynak O.
2007)
8-Au. Sediba fosillerinin
bulunduğu yerin göl dibi mağarası olması savı. (Kaynak O. 2011b) Au. Sediba fosillerinin
geçmişte su dolu bir yer altı mağarasında bulunması bu mağaraların göl dibi
mağaraları olduğunu düşündürmelidir.
9-Au sediba’nın midyeci ve
balıkçı elleri. (Kaynak O. 2011b)
10-Au. sediba’nın topuk
kemiğinin narin, küçük (hatta Lucy’nin topuk kemiğinden bile küçük), primatımsı
olması. Prof. Lee Berger ekibi Au. sediba’nın ayağını anlatan makalesinde topuk
kemiğine maymunsu (ape-like); Lee Berger ise bir röportajında şempanze gibi (
chimpanzee-like) tanımlamasını yapmışlardır. (Zipfel B. et al. 2011), (5) Bulunan
ayak fosili o derece karma bir yapıdadır ki, Prof. Lee Berger, ‘’eğer bu topuk
kemiğini ayak kemiklerinin çok yakınında bulmasaydık (anatomik pozisyonu
bozulmamış, sanki bütün bir ayak gibi) bu topuk kemiğini ayrı bir türe değil,
ayrı bir cinse aittir diye tanımlayacaktık. O derece karma’’demiştir.(3) Ayak
bileği neredeyse tam insansı, fakat topuk (calcaneus) tam bir primat, kaval
kemiği (tibia) tam bir insan, incik
kemiği (fibula) tamamen primatımsıdır. ‘’Eğer kemikleri bir arada bulmasaydık
başka türlere aittir diyecektik’’ cümlesini, Bernhard Zipfel de söylemiştir.
(6), (9) Yazarlar Au. Sediba’nın bipedal olduğu konusunda hemfikirler. Fakat
topuk tam bir primat topuğu olduğu için ( yani dört ayaklı bir canlının
topuğu), iki ayakla yürürken vücut ağırlığının direk topuğa bineceği ve bu
topuk yapısının bu ağırlığı taşıyamayacağı gerekçesiyle bu ayak yapısında
modern insandakine yakın bir aşil tendonu (tendo calcaneus) bulunması gerektiği
sonucuna varmışlardır. (5), (Zipfel B. et al. 2011) ) Au. Sediba’nın topuk kemiği kendisinden 1,2
milyon yıl önce yaşamış olan Au. Afarensis’in topuk kemiğinden daha narindir.
Bu Sediba’nın bataklık ya da daha yumuşak su zeminlerinde yaşamış olduğunu
gösterebilir. Ayrıca Afarensis’in bulunduğu Afar bölgesi volkanik bir bölgedir.
O bölgedeki göl ve su zeminleri Sediba’nın yaşadığı bölgeye göre volkanik
olması nedeniyle daha serttir. Bu sertliktir ki Afarensis’in topuk kemiğindeki
homo topuk kemiğine doğru gidişi hızlandırmıştır.
Halbuki Au. Sediba’nın sığ
sularda elleriyle su ürünleri avlayarak ve toplayarak yaşamını sürdürdüğü
düşünülseydi; suyun kaldırma gücünden dolayı iki ayaklı yürüme sırasında adım
atılırken tek ayak topuğuna gelen yükün hafifletildiği, ağırlığın belki bir
tendondan daha iyi absorbe edildiği düşünülebilirdi. (Kaynak O. 2011b) Ayrıca
göl, nehir ve deniz gibi su tabanları genelde yumuşaktır ve tek ayağa gelen
yükü gelişkin bir aşil tendonundan daha iyi absorbe edebilir. Yumuşak zeminler
topuğa gelen yükü ayak tabanına yayar ve topuğa gelen ağırlığı hafifletir.
Bunun sonucu olarak da topuk kemiğinin modern insanın topuk kemiğine benzeme
sürecini geciktirir ve uzatır. Daha sonraki dönemlerde sucul ortam terk edilip
( bunun nedeni göllerin çekilmesi ve kuraklık diye düşünülmelidir) terresterial
yaşam ağır basmaya başlayınca topuk kemiği zorunlu olarak insansı olmaya
başlamış ve sonuç olarak da modern insanın topuk kemiği haline gelmiştir. Ayrıca
insan ayağının son şeklini 200.000 yıl önce aldığı öne sürülmektedir. (Meldrum
D. J. 2004) Homo Habilis’in el
morfolojisinin Au. Sediba’dan daha ilkel oluşu bu kuraklık ve göllerin
çekilmesi sonucu midye toplayıcılığı ve balıkçılığın bu canlının yaşamında daha
az yer aldığını düşündürmelidir.
Stony Brook Üniversitesinin düzenlediği bir
sempozyumda Prof Mark Maslin’in konuşmasının başlığı ‘’Human Evolition in the
Garden of Eden? Giant Lakes, Orbital Forcing and the Evolution of Genus Homo’’
(İnsan Evrimi Cennette mi Olmuştur? Büyük Göller, Yörünge Etkisi ve İnsan
Cinsinin Evrimi)’dir. Sunum boyunca Rift vadisinin devasa göllerle kaplı
olduğunu, şu anda gene çok sayıda göl olduğunu, göl bulunmayan yerlerin de
eskiden var olan devasa göllerin göl dibi çökeltileri olduğunu söylemektedir. (11)
Prof. Mark Maslin Rift vadisinde göllerin dönem dönem yükseldiğini ve çok
yaygınlaştığını, dönem dönem de kuraklıkla beraber çekilip azaldığını ama hiç
yok olmadığını yazmaktadır. (Trauth et al. 2005)
Bu arada iki ayak üzerinde
yürüyebilmeyi kolaylaştırması açısından suyun gövdeye verdiği desteği de
unutmamak gerekir.
Bütün
bu yukarıda anlatılan suda ayağa kalkma önermesini sınamak istersek:
Suni bir tatlı su gölü
üretelim. Göl, bir şempanze kolonisinin rahatça yaşayabileceği büyüklükte
olsun. Gölün derinliği, şempanze ailesinin ayağa kalkmasını zorunlu kılacak
derinlikte olsun. Göl kenarında gölgelikler, geceyi üstünde geçirebilecekleri
ağaç kütükleri ( üstünde yenecek hiçbir şey olmayan), gölgelikler de inorganik
yani yenilemeyecek materyallerden olsun. Bu göl aynı Rift vadisinde olduğu gibi
tropik bir alanda oluşturulmalıdır ki, kışları yaşam sürdürmekte zorluk
çekilmesin. Göle küçük sallar yapıp, üstlerine şempanzelerin görebilecekleri
şekilde muz gibi en sevdikleri meyveleri koyalım. Bu, şempanzeleri suda ayağa
kalkarak bu meyvelere doğru yürümeye zorlayacaktır. Daha sonra gölde kurbağa,
yengeç, balık yetiştirelim. En sevdikleri balığı tespit edelim ve o
şempanzelerin balıkla buluşmasını sağlayalım. Bu deneyi dört, beş nesil
sürdürürsek şempanzelerin su ürünleriyle beslenmek, yaşamlarını ve nesillerini
sürdürmek için ayağa kalktıklarını gözlemleyebileceğiz. Gövdeleri suda kafaları
su dışında beslenme sorunlarını çözdüklerini ve gövdede kılsızlaşma
başlangıcını da gözlemleyebileceğiz. (Kaynak, 2007), (Kaynak, 2008a), (Kaynak,
2008b), (Kaynak O. 2011a)
Prof. Sir Alister Hardy ve
onun gibi düşünenlerin tezlerinin kabul görmemesinin nedeni olarak,
sınanamayacağı öne sürülmüştür. Halbuki ben denenebileceğini söylüyor ve deney
öneriyorum.
Günümüzde yeni bir tür
oluşmasının nedeni çevre değişikliği mi yoksa genlerde oluşan mutasyonal ya da
rekombinasyonal değişiklikler midir? diye tartışılmaktadır. Doğal seçilim
mekanizması şöyle çalışmaktadır:
Bir populasyonun yaşam
alanında, bu türün yaşamını sürdüremeyeceği değişik şartlar oluşunca bu
şartlara uyum sağlayabilecek kalıtılabilir değişiklikleri taşıyan varyasyonlar
seçilmektedir. Yani yeni doğanların içinden mutasyonal ya da rekombinasyonal,
kalıtılabilir değişiklikleri olan ve bu değişiklikleri adaptasyona uygun
olanlar seçilmektedir. Eğer bu kalıtılır değişiklikleri taşıyan yeni doğanlar
olmazsa, tür yeni şartlara adapte olamamakta ve yok olmaktadır. Mutlaka yeni
şartlara uygun mutasyonal ya da rekombinasyonal kalıtılabilir değişiklikler
olmalıdır ve doğal seçme mekanizması da bunları seçmelidir ki, tür yeni duruma
adaptasyon sağlasın. Sonuç olarak da yeni şartlara uygun bir tür oluşsun. (Klug
ve Cummings,2000), (Palmer ve Barrett,2010), (Hougland, 1998)
Gen dizilimlerimizin
farklılaşma, ayrılma zamanı 6- 6,5 milyon yıl önceye tarihlendirilmektedir. Ama
doğaldır ki ayağa kalkma ve iki ayak üzerinde yaşama süresinin kemik şekil
değişimini kalıcı hale getirmesi için kaç milyon yıl geçmesi gerektiğini de
bilmek çok kolay değildir.
Au. Sediba günümüzden 2
milyon yıl öncesine kadar arboreal (ağaççı) özelliklerin hala sürdüğünü
göstermiştir.
Belden aşağısı 4-5 milyon
yıl gibi bir süre içerisinde bipedalliğe adapte olduktan sonra, belden yukarısı
da bipedalliğe adapte olmaya zorlanmıştır. Belden yukarısı bipedal olmaya
zorlanır; çünkü iki taşıyıcılı bir iskelet sistemi ancak modern insanın ki gibi
olabilirse bir canlının yaşamını sürdürmesini sağlayabilir. Taşıyıcı iskeletin
ağırlık aksı ayak taban alanları içinde olmak zorundadır. Bunu sağlayabilmek
için, gövde dikleşmeli modern insanın ki gibi, kaburga silindirikleşmeli, kafa
gövdenin üstünde modern insanınki gibi oturmalıdır. Bu sonuca ulaşmak üzere
belden yukarısı derece derece dikleşmeye başlamıştır. Bu dikleşme ve omur-femur
açısı Australopithecus fosillerinde
anlaşılamamakta ve 4-5 milyon yıl iki ayaklıyız, iki ayak üstünde yürüyoruz
peki neden kafatasımızda büyüme yok sorusu sorulmaktadır. Australopithecus fosillerinde pelvis yapısı gözden
kaçırıldığı için bu soru sorulmaktadır. Halbuki Australopithecus pelvisi modern insan
pelvisiyle primat pelvisi arasında bir yerdedir. Bunun nedeni gövdenin pelvise
tam dik basmamasıdır. Australopithecuslarda omurun pelvise basma açısı ve
pelvis illium kemikleri farklıdır. (Lewin, 1998)
Australopithecuslar
bipedaldirler ama belleri ve dizleri büküktür. Dizlerin bükülmesinin nedeni
omur-femur bağlantı ligamentlerinin (kemikleri birbirine bağlayan bağ dokuları)
şempanzeninkine benzer açılarla kemiklere tutunup kemikleri birbirine
bağlamasıdır. Yani belde 100-110° ye yakın bir öne eğiklik vardır. Bu öne
eğikliği dengeleyebilmek için iki ayaküstünde yürürken dizler bükülmek
zorundadır. Bu diz bükülmesinin sebebi, vücudun ağırlık aksını ayak taban
alanları içinde tutmaktır.
Bilim insanları ayağa
kalkmakla akıllı canlı olmak arasında sezgisel bir ilişki kurmuşlardır. Ayağa
kalkmakla başlamıştır her şey ama insan evrim sürecinde insanın iki ayaküstüne
kalkıp, dik gövdeli olmaya başladığında RAHİMDEKİ EMBRİYONUN BAŞINA NELER
GELDİ? EMBRİYO BU DİK GÖVDELİLİĞE NASIL TEPKİ VERDİ, NASIL UYARLANDI?
Sorularını hiç kimse sormamıştır. Bugüne dek bütün araştırmacılar ayağa
kalkanla insan evrimini açıklamaya çalışmışlardır. Ben ise ayağa kalkana değil,
ayağa kalkanın rahmindeki embriyoya baktım.
Belden yukarısı, omurga
yapısı, kafatası ve çene şeklinin henüz büyük değişimi başlamamıştır. Gövde
dikleşmesinin belirli bir aşamasında, rahimdeki yavrunun pozisyonu bozulmuş,
bütün memelilerdeki gibi kafası doğum kanalına dönük olması gerekirken Australopithecus
embriyosu 180o’lik bir takla atarak kafasını diyaframa doğru
çevirmiş, gövdesi rahmin doğum kanalı tarafında kalmıştır. Ben bu taklaya AKIL TAKLASI (MENTIS EVERSIONIS) diyorum.
İşte yaklaşık 2 milyon önce
Au. Sediba’nın dönemine denk gelen bir zamanlarda kafatası büyümesini, yüz ve
çene küçülmesini aynı anda tetikleyen bu AKIL TAKLASIDIR.
Steven E. Churcill, Au.
Sediba, Homo Habilis, Homo Erectus ve Homo Rudolfensis’ in peş peşe birkaç yüz
bin yıl içinde yaşadıklarını söylemiştir. ‘’Bu kadar değişikliğin bu kadar kısa
sürede olmasının nedeni acaba çok önemli çevresel değişiklikler midir?’’ diye
sormaktadır.(4), (8) Halbuki Akıl Taklası bu ani değişikliği çok güzel
açıklamaktadır.
Akıl Taklasından sonra,
döllenmiş yumurtanın tutunduğu yer de değişmiştir. Döllenmiş yumurtanın rahme
tutunmasını ve beslenmesini sağlayan plasenta, yerçekimi gereği annenin karın
tarafına tutunması gerekirken (diğer memelilerde olduğu gibi), bu pozisyonun
tam tersi bölgeye yani omur tarafına tutunmaya başlamıştır. Modern insana doğru
gelindikçe her Homo yavrusu yaklaşık 2 milyon yıl önce attığı bu AKIL TAKLASINI
düzelterek, yeniden gebeliğin yedinci ayında 180°lik düzeltme taklası atarak
doğuma hazırlanmaktadır.
Ayağa kalkmak nasıl bir mekanik
durum değişikliği ise, AKIL TAKLASI da aynı şekilde mekanik bir durum
değişikliğidir. Bugüne dek bilim insanları insan evriminin süreç ve
mekanizmalarını ayağa kalkanı irdeleyerek, onu çözümleyerek açıklamaya
çalışmışlardır. Ben ise ayağa kalkana değil, ayağa kalkanın rahmindekine
baktım, onu irdelemeye çalıştım, onu analiz ettim.
Bu akıl taklasından sonra
her Australopithecus anası, kafatası hacmi kendi kafatası hacminden büyük
yavrular doğurmaya başlamıştır. Bu nedenledir ki Australopithecus fosillerinden
gövde dikleşmesi, kaburga silindirikleşmesi ve daralması anlaşılamadığı için
sadece kafatası büyümesi gözlemlenmektedir.(Kaynak,2007), (Kaynak,2008a) Bu
kafatası farklı Australopithecus’ ların ayrı tür olduğu savunulmaktadır. Halbuki
bunlar ayrı türler değil; gövde dikleşmesi ve kaburga daralmasının ürünü olan Australopithecus’lardır.
Akıl Taklasının neden olduğu bir diğer önemli sonuç; yavruların annelerinin bir
bacağına dönük doğmaya başlamasıdır.(Trevathan, 1987) Gövde dikleşmesi tamamlandığında
ise yavrular modern insanınki gibi yüzü annenin sırtına dönük doğmaya
başlamışlardır. Bu olgu sadece insana özgüdür, diğer bütün memeliler yüzleri
annelerinin karnına dönük doğarlar. Bu önemli farkın nedeni Akıl Taklasıdır.
Yavruların aciz doğması nedeniyle de semiterresterial hayata zorlanmışlardır.
Primatların yavruları, doğduklarında hemen annenin kıllarına tutunurlar. İnsan
yavrularının ellerine ne verilirse yakalama reflekslerinin kökeni de primat
yavrularının doğar doğmaz annesinin kıllarını yakalaması, tutunması refleksinde
aranmalıdır. Primat yavrusu annesinin kıllarına tutunmak zorundadır. Çünkü
ağaçta doğduğu için tutunmazsa düşer ve ölür.
Bulunan insansı fosillerde 400
cc’den başlayarak 450-500, 550-600, …, 750-800 cc ölçülerinde kafatası
hacimleri bulunmaktadır. Gövde dikleşmesi başladıktan sonra, omur-femur açısı
180o’e ulaşıncaya kadar her gövde diklik açısına tekabül eden bir
kafatası hacmi vardır. Kafatası hacminin beyin dokusu miktarı olduğu
bilinmelidir.
İnsanın öncülü primatın
ayağa kalkıp elleri boş kaldığı için ellerini kullanarak alet yaptığı, bunun
sonucu olarak da akıllı canlı olduğu savunulmaktadır. (Dawkins, 1993) El ve
beyin birlikte birbirini karşılıklı etkileyerek gelişmişlerdir, karşılıklı
interaktif bir şekilde birbirlerini geliştirdikleri savunulmuştur. Bu savlara
göre; insanın akıllı canlı olmasının ana nedeni ayağa kalkması ve ellerin boş
kalmasıdır. El boş kaldığı için kullanılarak hem kendisini hem beyni
geliştirmiş diye bilinmektedir. Eldeki değişimin bugüne kadar alet yapım ve
kullanımı sonucu olduğuna ilişkin kesin inanış bu gelişmelerden sonra ciddi bir
biçimde sorgulanmalıdır. Halbuki Darwin ‘’İnsanın Türeyişi’’ adlı eserinde
‘’alet yapmak ve kullanmak için önce el değil, akıl gereklidir’’ demiştir.
(Darwin C. 2002)
Eli sakat insanlar
ayaklarıyla bile bir sürü işi yapmaktadırlar. Çünkü ayaklarını ve ayak
parmaklarını yönetebilecek yeterli beyin büyüklüğüne sahiptirler. Yeterli beyin
büyüklüğü ayrıca tartışılmalıdır. Çünkü beyin büyürken bir critical point (eşik
değer) ‘i olduğu (belki 600cc, 700cc, belki 800cc ), bu eşik değere
varıldığında ve aşıldığında canlının yaşam biçiminin tamamen değiştiği
düşünülmelidir. Bu eşik değer aşıldığında davranış değişikliği başlar. Beyin
büyüklüğü bu eşik değeri aştığı an canlının yaşamına ürettiği çözümler
birdenbire başka bir aşamaya geçmekte yani çevreye uyarak değil, çevreyi
kendine uydurarak yaşama çabaları başlamaktadır. Beyin büyüklüğünün üst sınırı
da tartışılmalıdır. Örneğin; Cromwell ve Anatole France’ın beyin sığaları 2000 cc’dir. Ama örneğin 1200 cc’lik bir
beyinle aralarında nitel bir fark yok gibidir. Canlının yaşamını değiştiren
olay, alt sınıra yani eşik değere ulaşılmasıdır.
500
cc beyin sığasına sahip bir Australopithecine düşünelim. Meyve çekirdeklerini
ve hayvan kemiklerini iki taş arasında kırarak, içinden çekirdeğini ve kemik
iliğini çıkarıp beslenmesini sağlasın. Bu örs ve çekiç olarak kullandığı taşlar
alet midir? Yarın yine kullanacağı gerekçesiyle saklamıyorsa, bu taşlar alet
midir? Bu kullanım sırasında birbirine çarpıp kırılan, belki taşın yapısal
özelliklerinden dolayı da çok parçalanıyorsa, bunlar alet midir? Yani kendisi
şekillendirmiyor, kullanımdan dolayı taş kendisi şekilleniyorsa, bunlar alet
midir?
Günümüz şempanzelerinin ön ve arka ekstremetileri
arasında iş bölümü vardır. Elleri boştur, ellerini kullanır ama akıllı canlı
olamazlar.
Bir de ayağa kalktığı, yüz yüze olunca sosyalleştiği ve konuşmayı
geliştirdiği için akıllı canlı olduğu savı vardır. (Gould,2005), (Mayr,2008),
(Gould,2009), (Engels, 2002) Darwin başka canlıların da yüz yüze baktığını ve
konuşma için gerekli sesi üretecek her türlü organları olduğu halde konuşma
üretemediğini ve konuşma üretebilmek için önce yeteneğin gelişmesi gerektiğini
söylemiştir. (Darwin,1995)
İnsan embriyo kafatası,
gelişim ve oluşum sırasında kafatasına etki eden iç ve dış vektörel güçler
doğrultusunda gelişir, şekillenir ve oluşur.
Bu güçler:
1-Dış güçler: Yer çekimi,
amnios zarı ve kesesinin baskısı, rahim çeperinin baskısı, annenin karın
kaslarının baskısı, annenin diyaframının ve iç organlarının baskısı,
2- İç güçler: Yer çekimi,
kafatası içi sıvıları ve oluşmakta olan beyin dokularının direnci diye
sayılabilir.
Bilim, insan embriyo
kafatasının bu vektörel iç ve dış kuvvetler doğrultusunda gelişip, şekillenip,
oluştuğunu önermektedir. Bu gelişim ve oluşum kurulu bir zembereğin boşalması
gibi olmamaktadır. (Teber,1995), (Teber,1996) Ben diyorum ki; işte bu vektörel
güçlerin şiddeti ve yönü gövde dikleştikçe değişmiştir. O nedenle Australopithecus’ ların gövde dikleşme sürecinde her
gövde diklik açısına tekabül eden bir kafatası hacmi vardır. (Kaynak, 1983),
(Kaynak, 1998), (Kaynak O. 2007) Gövde dikleşmesi bitinceye kadar bu kafatası
hacmi büyümesi devam etmiştir. Doğum sırasında forsepsle ya da vakumla alınan
çocukların kafatası şekilleri değişmektedir. Yeni doğmuş fare ve tavşan yavrularının
bir taraflı çiğneme ve/veya boyun kasları kesildiğinde kafatasının bu
adalelerinin kesilmiş tarafı insan kafatasına benzemektedir. (Teber,1996)
Ergin insan vücudunun %70’ i,
ana rahmindeki embriyonunsa daha büyük bir yüzdesi sudur. Kemiklerini
eğebilirsiniz, esnerler ve kırılmazlar. Dört, beş aylık embriyonun kafatasına
herhangi bir yönden tek yönlü bir baskı yapılırsa, o baskı yönünde deforme
olması gerekir. Deforme olmadığına göre ana rahmindeki embriyoların rahim
tarafından bohçalandığı, paketlendiği anlaşılmaktadır. Bu bohçalanma
sayesindedir ki doğduktan sonra bile kafasını gövdesi üstünde tutamayan insan
yavrusunun kafası, rahimde gövde üzerinde tam dengede tutulmaktadır. Yedi aylık
olup da doğuma hazırlanmak üzere ters döndüğünde de bu kez gövde kafanın
üstünde aynı şekilde taşınmakta ve tutulmaktadır. İşte bu mekanizmadır ki,
insan kafatasının yuvarlaklaşmasına, çenenin küçülmesine, kaş kemerlerinin
düzelmesine ve kafatası hacminin büyümesine neden olmaktadır. İnsan embriyosu
kafatası kemikleri kaynamadan doğar. İnsan yenidoğanı kafatasında bıngıldak
dediğimiz boşluklar olan tek yenidoğandır. Bu demektir ki; insan embriyosunun
beyin dokusu büyümesine kemik dokusu gelişimi karşılık verememekte, beyin
dokusu büyümesi kemik dokusu oluşumundan hızlı olmaktadır. Aynı şekilde
genişleyecek alan bulamayan insan rahmi kontrakte olmakta, yani doğum
kasılmalarını başlatmakta, bir anlamda embriyo gelişimini tamamlamadan doğum
olmaktadır. Bu olgu sadece insan uterusunda ve insan embriyosunda vardır. Diğer
bütün memeliler kafatası kemikleri kaynamış, bıngıldaksız, doğada yaşamını
sürdürebilecek gelişkinlikte ve dirençte doğmaktadır. Esasen de böyle
olmalıdır. İnsan yenidoğanının böyle olmasının nedeni düşey gövdelilik ve bunun
sonucu olan Akıl Taklasıdır.
Ayağa kalkmaktan dolayı
kaburga biçimi konik biçimden, silindirik biçime dönüşmüştür. Bunun sonucu
olarak karın bölgesi daralmıştır. İnsan yavrusu bu yer darlığından dolayı
gelişimini tamamlamadan dışarı atılmaktadır.
Bütün bunların sonucu olarak
insan rahmi diğer bütün memeliler içinde tek ve özeldir. Bu tek ve özel
olmasından dolayı, tek ve özel bir canlı üretir.
Australopithecus’ lar da büyük çene ve çıkık kaş kemeri,
küçük kafatası ile birlikte bulunur. Yani ya büyük kafatası vardır ya da büyük
çene ve çıkık kaş kemeri vardır. Bunların ikisi bir arada bulunmaz. Bundan şunu
anlamalıyız küçülen çene, düzleşen kaş kemeri yerine büyük kafatası
gelmektedir. Bu sonucu dikleşen gövdeye uyum sağlayan rahim yapmaktadır. Neden
eş zamanlı olarak ya da birbirine koşut olarak çene küçülüyor, kafatası
büyüyor? Çene büyük kalıp, aynı zamanda kafatası büyüyemez miydi? Çene büyük
kalıp, aynı zamanda kafatası büyüyemezdi. Çünkü bu değişimi rahim yapmaktadır.
İnsan rahmi embriyoyu ezmeyecek ama kendi istediği forma sokacak kadar
gergindir. İnsan rahmi embriyoyu primat kafataslarında gördüğümüz en uç nokta
olan ön dişlerinden geriye doğru itmektedir. Bu itilme sonucudur ki burun ve ön
alt çenedeki chin bölgesi ortaya çıkmaktadır. Bu ön alt çene çıkıntısının insan
türüne yaşamsal hiçbir katkısı yoktur. Sadece rahmin bu bohçalaması ve
paketlemesi sonucu oluşmaktadır. Evrim süreci doğal hallerde kullanmayacağı
organ geliştirmez. Olsa olsa ön türünden kalma kadükleşmiş organlar
taşıyabilir. Bu ön alt çene çıkıntısı hiçbir primatta yoktur. Rahmin ön dişleri
geriye itmesi sonucu ortaya çıkmaktadır.
Bütün
bu anlattıklarım bir deneyle sınanabilir:
Bir şempanze embriyosunu
insan rahmine emplante edeceğiz. Embriyonun insan rahminde gelişmesini ilaçlar
ve tıp teknikleriyle sağlayabiliriz. Bu tekniklerden biri de; 4- 5 günlük insan
zigotunun üzerinde tek sıra halinde dizilen ve plasentayı oluşturmak üzere
özelleşmiş hücreler alınır. Aynı şekilde 4-5 günlük şempanze zigotunun da
dışındaki plasentayı üretecek hücreler soyulup atılır. İçindeki şempanze
üretecek hücreler alınıp, insandan alınan plasentayı oluşturacak hücrelerin
içine konulur. Bu oluşturulan karma zigot insan rahmine emplante edilirse doku
reddi önlenmiş olur. Çünkü plasenta insan plasentası olacaktır. Buradan doğum
sağladığımızda doğacak yavru beden olarak kıllı, ayak ve elleri yine şempanze,
sadece kafatası yuvarlaklaşmış ve hacmi büyümüş olarak doğacaktır. Bu arada
burun ve ön alt çene çıkıntısı da ortaya çıkacaktır, çene küçülecektir. İnsan
uterusunun önden yaptığı bu baskı çeneyi U şeklinden V şekline dönüştürecektir.
Bu elde ettiğimiz canlı bir tür Australopithecus’ tur. 4- 5 milyon yıl önce hem rahim hem içindeki embriyo
evrimleşiyordu. Şimdi son şeklini almış bir rahim söz konusu olduğundan
kafatası hacminde çok daha fazla bir büyüme beklenmelidir. Belki de bizi
şaşırtacak kadar büyük, ama her şartta şempanze kafatasından (350cc) daha büyük
bir kafatası elde edeceğiz. (Kaynak,1983), (Kaynak, 1998), (Kaynak, 2007),
(Kaynak, 2008)
Ayrıca bu şempanze embriyosu
aynen insan embriyosu gibi yedi ay kafası gövdesinin üzerinde; son iki ay ise
ters dönerek, gövdesi kafasının üzerinde, tıpkı insan embriyosu gibi insan
rahmindeki gelişimini tamamlayacaktır. Şempanze yenidoğanı gibi yüzü annesinin
karnına dönük değil, insan yenidoğanı gibi yüzü annesinin sırtına dönük
doğacaktır. Büyük bir olasılıkla insan yenidoğanı gibi kafatası kemikleri
kaynaşmamış yani bıngıldaklı doğacaktır.
Alekseyev V. P. 1993 İnsan Türünün Kökeni Ve Gelişimi.
İstanbul: Sosyal Yayınları
Bernhard Zipfel, Jeremy M. DeSilva, Robert S. Kidd,
Kristian J. Carlson, Steven E. Churchill, Lee R. Berger. The Foot and Ankle of Australopithecus sediba. Science
9 September 2011: 1417-1420. DOI:10.1126/science.1202703
Darwin C. 1996 Türlerin Kökeni Ankara: Onur Yayınları
Darwin C. 2002 İnsanın Türeyişi Ankara: Onur Yayınları
Dawkins M. S. 1993 Hayvanların Sessiz Dünyası Ankara:
Tübitak Yayınları
Engels F. 2002 Doğanın Diyalektiği İstanbul: Sol
Yayınları
Gould S. J. 2005 Darwin Ve Sonrası Ankara: Tübitak
Yayınları
Gould S. J. 2009 Yaşamın Tüm Çeşitliliği İstanbul: Versus
Yayınları
Hardy A.17. 03. 1960 New Scientist
Hougland M. B. 1998 Hayatın Kökleri Ankara: Tübitak
Yayınları
Johanson D. Edey M. 1980. Lucy: The Beginnings of Human
Kind. New York. Simon& Schuster.
Kaynak O. 1983 Bir Memeli Embriyonu Diğer Bir Tür
Memelinin Rahmine Yerleştirilip Büyütülürse Nasıl Bir Sonuç Alınır? Evcil
Dergisi 5: 26-28
Kaynak O. 1998 Aktüel Dergisi 344: 50-53
Kaynak O. 2007 İnsan Nasıl İnsan Oldu? Yeni Bir Öneri.
Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi 1058: 12-14
Kaynak O. 2008a Bu Günkü Halimize Nasıl Dönüştük?
Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi 1129: 2
Kaynak O. 2008b İnsan Nasıl İnsan Oldu? Yeni Harman
Dergisi 116: 36-37
Kaynak O. 2010 IV. Ulusal Biyolojik Antropoloji
Sempozyumu Bildiri Özetleri Kitapçığı :2
Kaynak O. 2011a XI.
International Symposium on ‘’Disorder Systems: Theory and Its Applications’’ :
15
Kaynak O. 2011b
Australopithecus Sediba’nın ‘’akıl taklası bakış açısı’’yla Analizi Cumhuriyet
Bilim Teknoloji Dergisi 1290: 14-15
Tracy L. Kivell, Job M. Kibii, Steven E. Churchill, Peter
Schmid, Lee R. Berger. Australopithecus sediba Hand
Demonstrates Mosaic Evolution of Locomotor and Manipulative Abilities. Science
9 September 2011: 1411-1417 DOI:10.1126/science.1202625
Klug W. S. Ve Cummings M. R. 2000 Concepts Of Genetics New Jersey: Prentice
Hall
Leakey L. S. B. 1988 İnsanın Ataları Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınları
Leakey R. Lewin R. 1998 Göl İnsanları Ankara: Tübitak
Yayınları
Lewin R. 1998 Modern İnsanın Kökeni Ankara: Tübitak
Yayınları
Mayr E. 2008 Biyoloji Budur Ankara: Tübitak Yayınları
Meldrum D. Jeffrey .
Journal of Scientific Exploration, Vol. 18, No. 1, pp. 65–79, 2004
Morris D. 2009 Çıplak Maymun İstanbul: İnkılap Yayınları
Palmer D. Ve Barrett P. 2010 Evrim Atlası İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Stewart A. M. E, Gordon C. H, Wich S. A, Meijaard E. 2008
İnternational Journal Of Primatology 29:543-548
Teber S. 1995 Doğanın İnsanlaşması İstanbul: Sorun
Yayınları
Teber S. 1996 Davranışlarımızın Kökeni İstanbul: Say
Yayınları
Trauth et al. 2005 Vol. 309 no. 5743 pp. 2051-2053
DOI: 10.1126/science.1112964
DOI: 10.1126/science.1112964
Trevathan W.1987 Human Birth: An Evolutionary Perspektiv.
Aldine De Gruyter
No comments:
Post a Comment